TÜİK'in verilerine göre 2001 yılında 2,38 olan doğurganlık hızı, yani bir kadının yaşamı boyunca dünyaya getirdiği ortalama çocuk sayısı, 1,5 oranlarına kadar düştü.

Bir ülkede nüfusun azalma eğilimine girme eşiği, yani yenilenme düzeyi ise 2,1 olarak değerlendiriliyor. Türkiye'de doğurganlık hızı 2016'dan bu yana yenilenme düzeyinin altında seyrediyor. TÜİK verilerine bakıldığında 2001 yılından bu yana doğurganlık hızında artış kaydedilen bir yıl yok. 

Uzmanlar, doğum oranlarının düşüşünün uzun vadede birçok tehlikeyi barındırdığına dikkat çekiyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan da geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada, "Nüfusun kendini yenileme eşiği olan 2,1 seviyesinin altındayız. Bu, açık söylüyorum Türkiye açısından varoluşsal bir tehdittir, bir felakettir." ifadelerini kullanmıştı.

İstanbul Aile Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi Üner Karabıyık, konuyla ilgili İLKHA muhabirine değerlendirmelerde bulundu.

"Maalesef doğum oranlarının düşmesinin altında birçok faktör yatıyor"

Fuara katılan öğrenciler: Kitap fiyatları ne düşük ne de yüksekti Fuara katılan öğrenciler: Kitap fiyatları ne düşük ne de yüksekti

Üner Karabıyık

Doğum oranlarının düşmesi durumunun dünyadaki birçok ülkenin karşı karşıya olduğu bir tehdit olduğunu ifade eden Karabıyık, "Güney Kore, Japonya, Almanya, Fransa ve pek çok Avrupa ülkesi benzer bir tablo ile karşı karşıya. İnsani Gelişmişlik Endeksinde ülkelerin sıralaması yükseldikçe doğum oranları düşüyor. Bunun tek istisnası israil ve israilin Gazze’de kadın ve çocukları hedef alan soykırımı ortada. Yani mevcut gelişme paradigmasında insanlık geliştikçe yok oluyor. Bu, üzerinde düşünülmesi gereken bir durum. Mevcut gelişmişlik paradigmasının çerçevesini BM 2030 Ajandası olarak da bilinen ‘Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’ belirliyor. Maalesef doğum oranlarının düşmesinin altında birçok faktör yatıyor. Ekonomik kaygılar, sosyal politikalar, yaygınlaşan kent yaşamının yoğun temposunda azalan çocuk sahibi olma isteği, geç evliliklerin artması sonucu çocuk sayısının azalması ve sosyokültürel etkenler öne çıkan başlıca hususlardır." dedi.

"Toplumun tüm dinamiklerini dayatma ile esir almaya çalışan küresel LGBT tehdidinin artık bir sosyokültürel teröre ve milli güvenlik problemine döndüğü açık"

Günümüzde insanlığın varoluşuna yönelen en büyük tehditlerden birinin de LGBT propaganda ve dayatması olduğuna dikkat çeken Karabıyık, "Akademi, hukuk, eğitim, spor, kültür-sanat, iş dünyası, medya camiaları bu dayatmanın baskısı altındadır. Çizgi filmlerde, çocuk kitaplarında bile bu propagandanın yapıldığını görmek insanlığın geleceğine yönelik nasıl bir tehdit ile karşı karşıya olduğumuzun göstergesidir. 2024 yılında Oscar’a başvurmak için istenen kriterlerin tamamında LGBT şartı var. Yani önümüzdeki dönemde Oscar alan yapımların tamamında ya kamera önünde ya kamera arkasında LGBT olacak. Dolayısıyla toplumun tüm dinamiklerini dayatma ile esir almaya çalışan bu küresel tehdidin artık bir sosyokültürel teröre ve milli güvenlik problemine döndüğü açık. Zira demografik güç, milli güç unsurlarının başlıcalarından ve bu gücümüz mevcut gelişme paradigması ile günden güne erirken son dönemde bu olumsuz trendi körükleyen küresel sapkın akımların propaganda ve dayatması söz konusu. Tüm bu nedenlerin etkisi ile doğum oranlarında keskin düşüşler görülüyor ve bu gidişin önüne geçmek için doğuda da batıda da halihazırda alınan tedbirler çözüm olamıyor. Mesela Güney Kore doğum oranlarını artırmak için 70 milyar dolar harcamasına rağmen mesafe alamadı. Aynı durum Fransa ve Almanya için de söz konusudur." diye konuştu.

"İnsanlığın varoluşuna yönelen bu tehdide 'dur' denmezse yok olacağız"

Doğum oranlarındaki düşüşün kısa ve uzun vadede muhtelif sorunlara ve tehlikelere yol açacağının altını çizen Karabıyık, "Evvela en büyük problemin insanlığın varoluşuna yönelik olduğunu bilmeliyiz. Mevcut demografik tablolardan yola çıkan projeksiyonlar bize bunu istatistiksel olarak gösteriyor. İnsanlığın varoluşuna yönelen bu tehdide 'dur' denmezse yok olacağız. İlk olarak doğum oranlarının düşmesi, nüfusun yaşlanmasına neden olur. Genç nüfusun azalması, yaşlı nüfusun oranını artırır. Bu durum, ülkelerin sosyal güvenlik sistemleri üzerinde büyük bir baskı oluşturur çünkü emeklilik ve sağlık hizmetleri gibi yaşlı nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak için daha fazla kaynağa ihtiyaç duyulacaktır ancak bunu karşılayacak genç nüfus azalmıştır. Dolayısıyla yaşlı ve tek kişilik haneler, sosyal güvenlik sistemleri için de problem teşkil eder. Bu nedenle Birleşik Krallık, Japonya gibi ülkelerde 'yalnızlık bakanlıkları' dahi kuruldu. Yaşlılar yalnızlaşırken şehir hayatında çekirdek aileler de pek çok sorun yaşıyor. Çok nesilli, geniş ailelerin kültürel aktarım açısından hayati öneme sahip olduğu gerçeği de ortadadır. Şehir planlama, mimari, ekonomi, sosyoloji perspektifinden tüm bunları göz önünde bulunduran çözümleri; geniş aileleri teşvik etmek ve yaygınlaştırmak adına çalışmak gerekiyor." diye belirtti.

"Bu gidişe dur denmezse ileride çocuk parklarını, okulları yıkıp yerine huzurevleri yapmak zorunda kalacağız"

Nüfusun yaşlanması durumunun, kültürel ve toplumsal yapıda da önemli değişikliklere yol açtığını belirten Karabıyık, "Geleneksel aile yapılarında ve insanların sosyal çevrelerinde zayıflama görülüyor. Bunun sonucu olarak yaşlıların sosyal anlamda yalnızlığı artıyor. Bu durum psikolojik ve sosyal sorunlara neden olur. Doğum oranlarının düşmesi, nüfusun kendini yenileme kapasitesini de zayıflatmaktadır. Bu durum, uzun vadede nüfusun azalmasına ve demografik bir kriz yaşanmasına neden olacak. Bu gidişe dur denmezse ileride çocuk parklarını, okulları yıkıp yerine huzurevleri yapmak zorunda kalacağız. Çocukların olmadığı bir dünyanın ne anlamı olacak? Mevcut paradigmada sürdürülebilirlik derken gezegeni odağa alıyoruz oysa odağımıza insanı alarak da çevreyi koruyabiliriz. Bu tehlikeyi bertaraf etmek istiyorsak sürdürülebilir kalkınma amaçları arasına ‘Sürdürülebilir Ailenin Korunması ve Güçlendirilmesi’ni de almak zorundayız." şeklinde konuştu.

"Kadınların iş gücüne aktif katılımının, doğum oranlarındaki düşüş üzerinde önemli bir etken olduğu belirtilmiştir"

Yapılan akademik araştırmaların, kadınların iş hayatına aktif katılımı ile doğum oranlarındaki düşüş arasında bir bağıntı olduğu yönünde bulgular sunduğuna dikkat çeken Karabıyık, "Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın, 2020’de yayımlamış olduğu ‘İnsan Gelişimi ve Antroposen’ başlıklı raporda da kadınların iş gücüne aktif katılımının, doğum oranlarındaki düşüş üzerinde önemli bir etken olduğu belirtilmiştir. Tabii buradan yola çıkarak doğum oranlarındaki düşüş sorununa, konuyu tek bir cinsiyete indirgeyen şekilde bakamayız. Elbette kadınlar da sosyal yaşantıda ve iş dünyasında yer alabilmelidir. Burada çözüm için önemli olan husus ailenin birliğini, beraberliğini ve huzurunu sağlamaya yönelik kültürel zeminde sağlam adımlar atılmasıdır. Örneğin; aile işletmelerinin teşvik edilmesi, kadınlar için hibrit ve uzaktan çalışma modellerinin geliştirilmesi gibi adımlar ele alınabilir. Bunların üzerinde çalışılabilir." ifadelerini kullandı. (İLKHA)

Kaynak: ilkha